Kırmızılar, 26 Eylül '16
1656 yılında 78 yaşındaki birisi Osmanlı Devleti’ne sadrazam oldu. Osmanlı’ya eski itibarını kazandıran bu kişi meşhur Köprülü Mehmet Paşa’dır. Köprülü’den sonra oğulları Köprülü Fazıl Ahmet Paşa ve Köprülü Fazıl Mustafa Paşa, damadı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, kardeşinin oğlu Hacı Hüseyin Paşa da sadrazamlık yaptı. İhtiyar bir adamın başlattığı çizgi Osmanlı’ya güç kazandırdı. 1950’lerde dünya futboluna damga vuran Macaristan bugün önemli bir futbol ülkesi değil. Bir ekol, bir gelenek yok olmuştur. Ama bazıları geleneklerini koruyabiliyor. Mesela İngiliz siyasetinde Eton kültürü vardır ve Cameron Eton College’den mezun 19. başbakan olmuştur. Kültürümüz ve geleneklerimiz denildiğinde akla önce kılıç kalkan ekibi ve ebru geliyorsa sorun var. Burada dikkat çekmek istediğim şey şu… Bütün kurumlar geleneklerden beslenir. Devlet geleneklerden beslenir. Kastettiğim kültür aslında böyle oluşur.
Bill Clinton, başkanlık görevinden ayrılırken bir belgesel hazırlatmıştı. Clinton, Oval Ofis’te kullandığı çalışma masası İngiliz Kraliyet Donanmasının keşif gemisi Resolute’un battıktan sonra bulunan parçalarından yapıldığını anlatıyor. Kraliçe Viktorya tarafından A.B.D.’ye hediye edilen bu masanın birçok başkan tarafından kullanıldığını anlatıyor. Başkan Clinton, Amerikan bayrağı taşıyan bir asker tablosunun önünde duruyor. Bu tabloyu bir Afro-Amerikalının yaptığını söylüyor. Sonra yine Amerikan yerlilerine ait bir davulu gösterip bu davulun özgürlüğü ifade ettiğini söylüyor. Hatırladığım kadarıyla Başkan Clinton önemli bir karar alacağı zaman bu objelerin önüne gelip düşündüğünden bahsediyordu. Avrupalıların kıtaya yerleşirken Amerikan yerli nüfusunun önemli bir kısmını yok ettiği, bağımsızlığın İngilizlerle savaşıp kazanıldığı ve Afrika’dan getirilip köleleştirilen siyahi insanlara çok değil 50 küsur yıl öncesine kadar ciddi ayrımcılık uygulandığı bir ülkenin başkanı, İngilizlerle dostluğu, Amerikan Yerlilerine ve Afro-Amerikalılara bakışını ortaya koyuyor. Burada ise kültürünü ve geleneklerini dönüştürme çabasından bahsedebiliriz.
Sorular sorarak devam edelim. En iyi sanat eserleri olmasaydı dünya nasıl bir yer olurdu? Önyargılarla mücadele ettiğimiz bir dönemde sanatı ve sanatçılarımızı daha iyi değerlendirmenin yollarını araştırmalı mıyız? Bugün dünyayla sanat diliyle kurulan çok güçlü bir iletişime ihtiyacımız var.
Reconquista hareketi İber yarımadasında 711’de başlayıp 1492’ye kadar süren İslam hâkimiyetini sona erdirdi. Katoliklerin hasımlarının geride bıraktıkları izlere karşı hoşgörülü davranması beklenilen bir şey değildi. Kültürel eserlerin maruz kaldığı vandalizmle ilgili birçok örnek vardIr. Bu konuda “medeniyetler çatışması” tezini destekleyen hadiseler de gerçekleşmiştir. Ancak İspanyollar için de Gırnata’daki El Hamra harika bir şey olmalıydı. 1527 dolaylarında Şarlken sarayın bazı bölümlerinin yerine kendi sarayını inşa ettirmiş olsa da duvarlarında Kuran-ı Kerim ayetlerinin nakış gibi işli olduğu El Hamra dimdik ayakta kaldı. Medeniyetler çatışmasının ötesinde işte bu “kıyam”ın nedeni olan yüksek sanat vardır. Ve sanatın dışındaki konularda da durum böyledir. Günü kurtarmaya çalışanların eserleri bir gün muhakkak yıkılırken yüksek bir ruhu yakalamaya çalışanlar baki kalmaktadır. Aslında kültürler değil yüzeysellikler çatışıyor. Ülkemizdeki olumsuzlukların üzerinde titizlikle çalışmak gerekiyor. Aynı El Hamra’nın ustaları gibi…
1100′lerin ortasında yeniden inşa edilen St. Denis bazilikası Gotik mimarinin öncüsü kabul edilir. Gotik mimari kendisinden önceki Romanesk mimariden sıyrılarak yapıları farklı bir şeye dönüştürdü. Uçan payandalar, kaburgalı tonoz ve sivri kuleler Hıristiyan aşkınlığını ve idealizmi yansıtıyordu. 12. Yüzyılda yaşayan bir Fransız köylüsünün hayatında görebileceği en dokunaklı şey muhtemelen bir gotik bazilikaydı. Gotik mimari İtalya’da pek kabul görmemiştir. Rönesans’ın doğduğu yer olan İtalya, Papalığın iktidarını pekiştirmek için ihtişamlı sanat eserlerinin üretimini desteklemesinin yanı sıra Medici gibi sanat hamisi ve müşterisi ailelerin yardımıyla farklı bir kültür ve sanat merkezi haline gelmişti. 15. Yüzyıl mimar-heykeltraşı Antonio Averlino sanat hamisi için “baba”, sanatçı için “ana” yakıştırmasında bulunur. İtalyanlar bu birikimini modern çağda Ferrari, Bugatti, Maserati ve Lamborghini gibi spor otomobillere de yansıtmışlardır. Reform hareketi Avrupa’yı etkisi altına aldığında görkemin zirvesi Barok, Karşı-Reform hareketinin önemli bir bileşeni olmuştur. 17. Yüzyılda inşa edilen Versailles Sarayı güçlü bir kültür ihracına yol açmıştır. Versailles Sarayı, Kardinal Richelieu ve 14. Louis tarafından şekillendirilen merkezileştirilmiş yönetim anlayışının ifadesi olarak Avrupa hükümdarlarını bir yarışa iter. Versailles’dan ilham alınarak inşa edilenler arasında İspanya’da La Granja, İtalya’da Caserta, Almanya’da Ludwigsburg, Avusturya’da Schönbrunn, İsveç’te Drottningholm ve Rusya’da Peterhof Sarayı sayılabilir.
Devletler ayakta kalmak için kültürlere, kültürler ayakta kalmak için devletlere ihtiyaç duyar. Bizim yapmamız gereken; palamutlardan büyülü bir meşe ormanı yetiştiren batıyla rekabet edecek, kozalaklardaki çam ormanını görmektir. 400 yıl önceki mimariyle 100 yıl önceki giyim tarzıyla algılanmamız yeni eserlerimizle dikkat çekemediğimiz anlamına geliyor. Osmanlı camileri, yalılarımız, tarihi konaklarımız birer şaheser. Ama Batıyla kıyaslarsak yeni stiller geliştiremediğimiz, var olanları da pazarlayamadığımız söylenebilir.
Bugün ağırlıklı olarak, Türkiye kültür ürünü ihraç eden bir ülke değil kültür ürünü ithal eden bir ülkedir. Kültür politikası “kültür ürünü ihracı” üzerine kurulmalıdır. (1. Paradigma)
Batı ardı ardına Gotik, Rönesans, Barok, Art Nouveau, Kübist, Modern, Art Deco, Postmodern stilleri üretmiştir. Farklı moda akımları çıkarmıştır. Biz sanat alanında dikkat çekici fazla şey üretemediğimiz için dünya durağanlığımızı teyit edercesine bizi yüzyıllar önceki ayırt ediciliğimizle, fesle, Osmanlı camileriyle algılamaktadır. Amacımız herhangi bir kültür-sanat dalında dünyadaki bir sonraki büyük olayın Türkiye’den çıkması olmalıdır. (2. Paradigma)
Noel görkemli bir kutlamadır. Noel baba, geyikler, süslü çam ağaçları, hediyeler küçük çocukları karlarla kaplı büyülü bir masal ülkesine götürür. Noel bu “görkem farkını” sürdürdüğü için bugün yılbaşı kutlamaları adı altında kendini kabul ettirmiş ve milyar dolarlarla ifade edilen bir sektör haline gelmiştir. Her kültür alanının zayıf ve güçlü noktaları olması doğaldır ve güçlü olan zayıf olanı dönüştürür. Bu bağlamda öncelik bayramlarla ilgili kutlama kültürünün geliştirilmesi olmalıdır. Nasreddin Hocanın eşeği Noel Babanın geyikleriyle yarıştırılmalıdır. (1. Tema)
San Fermin Festivali gibi dünyanın en büyük festivalleri arasına girecek bir Türkiye etkinliği geliştirmek gerekir. (2. Tema)
Her yıl Dünya Ekonomik Forumu toplantıları Davos’ta yapılmaktadır. Her yıl İstanbul’da veya başka bir şehrimizde küresel öneme sahip yıllık bir organizasyon yapılması düşünülebilir. (3. Tema)
Warner Bros yapımı Taz-Mania” çizgi filminde Avustralya faunasının en önemli hayvanları olan tazmanya canavarı, kanguru, koala, dingo ve ornitorenkler yer almaktadır. Hediyelik eşya sektöründe de benzeri bir farkındalıktan bahsedebileceğimiz Avustralya, turizm alanında faunasını en etkili şekilde kullanan bir ülkedir. Türkiye fauna olarak büyük bir zenginliğe sahipken bunu değerlendirmek gerekir. (4. Tema)
İyi ki dünyada tek bir dil konuşulmuyor. İyi ki dünyadaki binaların hepsi aynı stilde değil. İyi ki yollarda sadece Ford’un arabaları dolaşmıyor. Farklı olmak zorundayız ve büyük tutkularımız olmalı…
Kültürle ilgili farkındalık oluşturmak için iddialı işler yapmak gerekiyor. Bu bağlamda Mart 2009’da önerdiğimiz Atabolu projesi, Safranbolu gibi bize ait ama geçmişin yerli ve yabancı formlarını taklit etmekten çok yeni Türk sanatının ve mimarisinin ortaya koyulacağı, dünya çapında marka olacak bir kültür şehri perspektifini içermekteydi. Sıfırdan rasyonel bir şehir kurmak dünyada örneklerine rastlayabileceğimiz bir olgudur. Örneğin Brezilya bugünkü başkenti Brasília’yı 1956 -1960 yılları arasında 41 ayda inşa etmiştir. Ekonomik ve ekolojik avantajlarından burada bahsetmeyeceğim Atabolu projesinde sosyalliğin iki temel unsuru olarak saygı ve üstün niteliği destekleyen; birbirine enerji sağlayan boyutlara sahip bir şehir ideolojisi kurmayı amaçlamıştık. Burada bahsettiğim bir temel değerdir ve temel değerler kültürpolitik alanın ihmal edilmemesi gereken unsurlarıdır.
Türkiye’de siyasal partilerin programlarında kültürle ilgili hedefler yetersizdir. Türkiye’de devletin bir kültür politikası bulunduğunu da söylemek zordur. Nisan 2016’da hükümet bir kültürel eylem planını kamuoyuna açıkladı. Bir kültür planının neleri içereceği ve nasıl bir çerçeveye sahip olacağıyla ilgili İskoçya ve Danimarka gibi onlarca örnek varken bunlara bakılmamış. Medya, eğitim, kültüre erişim, kültür lobisi bu planda yer almıyor. Kültürel Eylem Planının tanıtıldığı sunumda sinema sektörüne aktarılan toplam devlet desteği 2002 yılında 475 bin lira iken bu rakamın 2015 yılında toplam 27 milyon liraya yükseldiği ifade edildi. Maalesef bu parayı heba ettik. Son 13 yılda bizim değerlerimizi yansıtan üst düzey bir sinema filmi üretemedik. Bugünün en mühim işi kendi medeniyet tasavvurumuzun standartlarını oluşturmamızdır. Bunu ilk önce şehircilikte, sinemada ve medyada oluşturmak zorundayız. Kültür tasavvurumuzda bir sıkıntı var. Kültür el sanatlarından, halk oyunlarından ibaret değildir. Kültür geleneksel olandan ibaret değildir. Daha çok gelecekle, nasıl olmak istediğimizle ilgilidir. Aksi durumda ölü bir kültürden söz ediyoruzdur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder