15 Kasım 2015 Pazar

Birbirini besleyen iki kuvvet olarak din ve devlet

Ülkemizde cumhuriyetin ilanından sonra Diyanet İşleri Başkanlığı kuruluyor. Roma terminolojisiyle bir bakıma Auctoritas ve Potestas yer değiştiriyor. Bu Diyanet’in ağırlığını azaltmış ve boşluğu dini önderler doldurmuş. Çünkü din Potestas alanına ait değil... Mafya için yapılan bir tanımı hatırlayalım. Toplumda bir ihtiyaç vardır; bu ihtiyaç devlet tarafından karşılanmazsa başka birileri çıkıp bu ihtiyacı karşılar. Mafyanın büyümesi hep güçlü toplumsal ihtiyaçlara eşlik etmiştir. Diyanet tartışılıyor ama neyle? Başkanı Mercedes’e binsin mi, binmesin mi? Binsin kardeşim. Papa Renault Clio’ya biniyormuş... Biz toplum olarak her şeyi magazin boyutunda tartışıyoruz. Halbuki Diyanet’in fonksiyonlarını veya nasıl daha etkin olacağını tartışmalıyız.

Batı’da dini kurumlar hep güçlüydü. Şimdi güçsüz mü? Hayır, daha da güçlü. Şimdi "bizde ruhban sınıfı yoktur" diyenler de olabilir. Ama dini kurumların birçok ortak yönü olduğunu görüyoruz. Papalık Batı Roma İmparatorluğu 476'da yıkıldıktan sonra onun yerini doldurmaya çalışmıştı. Kurumlarını taklit etti, Roma garnizonunun olduğu yere piskoposluk açtı. Bunları yaparken hükümdarları ve devletleri yadsımadı. Onlardan faydalanmanın yollarını aradı. Güçlü ailelerin erkek çocuklarının biri prens olurken diğeri piskopos oldu. Yani zaten bu iki sınıf bir anlamda akrabaydı. Katolik kilisesi devleti yadsımadı. İki taraf da birbirini kontrol etmeye çalıştı.

Augustinus (354-430) olumladığı devlet anlayışını Tanrı'nın yeryüzündeki temsilcisi olarak tanımlıyor. Onu vaftiz etmiş olan Ambrosius (339-397) Kilise’nin Roma’nın külleri üzerinde yükseldiğini söylüyor. Zamanla ruhban sınıfı güçleniyor, zenginleşiyor, altın sırmalı elbiselerle dolaşıyor, tepki çeken uygulamalara imza atıyor. Birileri de gerçek Hıristiyanlıkta bunlar var mı diye soruyor. 15. Yüzyıl başında Jan Hus Prag’ta Bohemya reformasyonunu başlatıyor. Ondan yaklaşık yüz yıl sonra Martin Luther Avrupa tarihini değiştirecek bir aktör haline geliyor. Bunlar Papalığı sapkın olarak görüyorlar. Luther’in son eserinin adı da “Roma'da Şeytan Tarafından Kurulmuş Papalığa Karşı"... 


Papalık da reform hareketine ve Protestan hükümdarlara karşı bir harekât yürütüyor. Jan Hus Konstanz Konsili kararıyla kazığa bağlanarak yakılıyor. Reformcular büyük acılar çekiyorlar. Thomas Müntzer 1525’te Thüringen köylü ayaklanmasından sonra idam ediliyor. Hans Hut iki yıl sonra 1527’de Augsburg’ta hapiste ölüyor. Balthasar Hubmaier 1528’de Viyana’da idam ediliyor. Karşılıklı yaman bir mücadele var. Mesela öbür tarafta Cizvitler çıkıyor. 1534’te Loyolalı Ignatius tarafından kurulan Cizvit tarikatı önce Papalıkça kabul edilmiyor. Sonradan Papalık bunlar bize hizmet ediyor, bunlar Protestanlarla iyi mücadele ediyor deyip onaylıyor. Cizvitler dünyanın her yerine yayılıyorlar. Uzakdoğu’ya Güney Amerika’ya gidiyorlar. Kurumlar oluşturuyorlar. 1583’te İstanbul’a giriyorlar, St. Benoit adlı kilise kuruluşunu devralıyorlar. Ama güçlenince tehdit oluyorlar. Papalık da devletler de rahatsız oluyor. Papalık da 1773’te tarikatı feshediyor. Cizvitlerin operasyon gücü aklımıza Mahir Kaynak’ın El Kaide için söylediklerini getiriyor. Kaynak El Kaide’nin siyasi hedefinin IRA veya ETA gibi belirli bir coğrafyayı kapsamadığını söylüyor. “Bunlar ABD, İspanya, İngiltere, Rusya ve birçok başka ülkede eylem yapabiliyor. Böyle büyük bir güç aslında El Kaide’nin olamaz. Bu bir kod adı gibidir. Bu vasıflara sahip gücün sadece küresel sermaye olduğunu görüyoruz” diyor.

"Böl ve yönet" çağlar üstü bir olgudur. Aralarında bir çatlak oluştuğunda dinler ve siyasi kurumlar bundan büyük zarar görüyorlar. Siyasi akıl dini akıldan yararlanarak önemli işler başarabilir. İmparator I. Otto kilise ile işbirliği yaparak ülkedeki düzensizliği sona erdirmiş, dük ve prensler üzerinde otoritesini kabul ettirmişti. III. Heinrich üç ayrı papanın ortaya çıktığı 1046'da bunları uzaklaştırarak gösterdiği adayın papa olmasını sağlıyor. Papalık da onun himayesiyle Kuzey Avrupa’da güçleniyor. III. Heinrich bunları yaparken Cluny tarikatını yönlendiriyor, piskoposların ve başkeşişlerin seçiminde söz sahibi oluyor. Bu çerçevede gelecekte Batı ittifakının İslam'ı daha fazla yönlendirmeye çalışacağını söyleyebiliriz.

Tarih boyunca din ve devlet ya birbirini zayıflatır ya da birbirini besleyen iki kuvvet halindedir. Bizde Cumhuriyet devrinde başarılamayan şeydi bu... Din ve devlet birbirini besleyen iki kuvvet olamadı. Batı'nın bugünkü durumu da çoğu açıdan buna benziyor. Batı ittifakı  bugün içindeki Müslümanlarla uyum içinde değil... Batı'nın siyasi aklı şimdi İslam'ın dini aklıyla çatışıyor. İslam Avrupa'da ve ABD'de, Rusya'da ve her yerde tartışılıyor. Bu tartışmanın doğru bir zeminde yapıldığını da söyleyemeyiz. İslam bir anonim şirket değildir. İslam bir bütçe kanunu da değildir. İslam bir dindir; Müslüman olarak adlandırılan insanların dini... Bugün Batılı Müslümanlar güvensizlik yaşıyor. "Biz yaşama hakkını, güvenlik hakkını talep ediyoruz. Bize terörist muamelesi yapıldığı için özür dilenmesini de talep ediyoruz" diyorlar. 

Canterbury Başpiskoposunun öldürülmesi olayına karıştığı için aforoz edilen İngiltere kralı II. Henry 1172'de diz çökerek özür dilemek zorunda kalmıştı. Özür dilemese ne olabileceğini biliyordu. İmparator IV. Otto ileri gitti; yanlış hesap yaptığı için 1210’da aforoz edildi. Beş yıl sonra da tahttan çekilmesine hükmedildi. Gelecekte de diz çökenler olacaktır. Batı ittifakı da eninde sonunda İslam konusunda siyasetini değiştirmek zorunda kalacak. Bakın çoğunluğu Müslüman bir halka sahip olan Türkiye'de de siyasi akıl dini akılla çatışmayı bıraktı. Bunun bizim için çok ciddi bir değişim, bir ilerleme olduğunu söyleyebiliriz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder