24 Haziran 2020 Çarşamba

Edebiyat Burada'da yayınlanan kısa hikayeler

Şu dokuzlular    30 Mayıs '20

i
Aralık ayının yirminci günüydü. Sabah yedide kalkıp çay demledi, radyoyu açtı. Her zaman dinlediği haber kanalından cızırtılı ve tuhaf bir ses geliyordu. 

İnsan uzun zamandır giymediği bir kıyafeti giydiğinde aynaya iki kez bakmalıdır. O da eski deri ceketinin ona nasıl olduğunu kontrol etti. Eh işte dedi. Diğer ceketini kaybettiği için dolapları kolaçan etmiş bu soğukta giyecek başka bir şey bulamamıştı. Evden çıkıp Tepe camisine doğru tırmanmaya başladı. 

Geçen hafta boyunca olduğu gibi şimdi de şiddetli yağmur yağıyordu. Yağmur damlaları teneke çatı kaplamalarına çarpıp tiz bir ses çıkarıyordu. Kasabaya tepesinden başlayarak yine o grilik çöküyordu. Biraz sonra aydınlanacak hava Halley kuyrukluyıldızının dünyaya yaklaştığı bu günlerde önemli bir şey doğuracaktı sanki.

Camiye henüz varmıştı ki ezan okunmaya başladı. Ayakkabılarını rafa koyup içeriye girdi. Sadece altı kişi vardı. Namazı kıldılar. Sonda dışarıda Eye dayıyla romatizma konusunda sohbet ettiler. Nedenlerinin henüz tam olarak bilinmemesiyle ilgili bir şeyler… Gerisin geriye yola koyulduğunda hava aydınlanıyordu.

Ansızın yolun ilerisinde yere paraşütüyle  bir adam çakıldı. Baykallamıştı… Yanına yaklaştı, adam kaskatıydı. Çoktan ölmüştü. Elinde bir silah vardı. Kaskının kenarında Pax yazıyordu. Bu Latince barış demekti ama farklı bir anlamı olmalı diye düşündü.


ii
Salı günü yanına küçük boy bir valiz ve birkaç roman alarak arabasıyla Ankara’dan Alanya’ya doğru yola çıkmıştı. Seydişehir’den sonraki virajlardan birine sert girince 84 model W123’ünün kontrolünü kaybetti. Otomobil takla atmış ve bir sedir ağacına çarparak durabilmişti. 

Bilinci açıktı, vücudunu kontrol etti. Biraz ağrı vardı ama kol ve bacaklarını hareket ettirebiliyordu. Cep telefonuyla polisi arayıp yardım istedi. Sonra dışarı çıkıp birkaç metre ötedeki uçuruma baktı. Ucuz atlatmıştı. 

Seydişehir devlet hastanesinde bir süre kaldıktan sonra şirketinin gönderdiği şoförle Alanya’ya gitti.

Eve girer girmez yattı. Ertesi sabah yedide uyandı. Kolundaki kesiği fark etti. Dün fark etmediği bir şeydi bu… Çayını demledi ve geride bıraktığı yılı düşündü. Balkona çıkıp havayı kontrol etti. Belki bu zamanlar için çok soğuk da sayılmazdı. Kale Market’ten bir şeyler sipariş etti. 

Uzanıp biraz gazete okudu. Sonra, geçmiş olsun demek için arayanlarla konuştu. Daha çok Ankara’dan iş için arıyorlardı. Damadı telefon açıp şirketin yeni inşaatıyla ilgili ne yapacaklarını sordu. “Bir tane bile ağaç kesilmeyecek” dedi. 

Tatil için planladığı üç gün sona ermiş ama işe dönmemişti. Şimdi o yoldaydı, hayatını borçlu olduğunu düşündüğü sedirin yanında... Termostan döktüğü çayı yudumlarken ağacın zedeli yerlerine yanında getirdiği Pax marka macundan sürdü.


iii
1922 doğumlu olan Pala ayaklı bir kütüphane gibiydi. İlçenin geçmişiyle ilgili bir konu oldu mu ona danışırlardı. Geçen yıl akademisyenlere eskiden telefon olmadığından Kalecik ve Asmana Tepesi arasında bayrakla iletişim sağlandığını anlatmıştı. 

Tekneyi bağladı. İlişi’de kimse ortalıkta görünmüyordu. Hava bozarken hemen kıyıdaki evine doğru hızlı adımlarla yürüdü. İlk işi ıslanmış elbiselerini değiştirmek oldu. Havluyla saçlarını kuruladı sonra çıra bulup sobayı yaktı. 

Odun sobası odayı ısıtmıştı. Kendine beyaz peynir, bal ve tuzlu balıktan oluşan bir kahvaltı hazırladı. Çayını keyifle yudumladı.

Telefonu çaldı. Karşıdaki ses “merhaba, Pala’yla yani Mehmet Kırık’la görüşecektim” dedi. “Buyurun benim” diye cevap verdi. 

- Adım Mahir Kara… Milliyet'ten arıyorum. Sizinle İkinci Dünya Savaşı sırasında bizim sahillerimizde batırılan Alman denizaltıları U-19 ve U-20 ile ilgili röportaj yapmak isterim. Ne zaman görüşebiliriz? Yarın müsait misiniz? 

- Buyurun gelin. Kaçta gelirsiniz?

Bu olayı çok iyi biliyordu. Tuna nehri vasıtasıyla Karadeniz’e indirilen denizaltılar… Alman mürettebat köşeye sıkışınca üç denizaltıyı Türk kıyılarına yakın mevkilerde batırıp karaya çıkmış, fark edilmeden Akdeniz sahiline inip, oradan da Almanya’ya gitmeyi amaçlamıştı.

Karadeniz’in koca dalgaları neredeyse karayoluna ulaşacaktı. Pala bıyıklarını burup yarı dolu bardağına biraz daha çay ilave etti.


iv
Her gün Çamburnu’nun dik kayalıklarından atlıyor, denizde yüzdükten sonra sarıçamların arasından villaya dönüyordu. Burası çok nadir görülen bir özelliğe sahipti. Dünya coğrafyasında yüksek rakımda yetişen sarıçam ormanı Sürmene’nin bu kesiminde deniz seviyesindeydi.

Pazar günü yüzmeye gidemedi çünkü boynu tutulmuştu. O da arabaya atlayıp Sürmene'ye indi. Biraz kas gevşetici buldu. Market alışverişi yaptıktan sonra Homurgan’daki eski kahvehaneye uğradı.

İçerisi pek kalabalık değildi. Hoşkin oynayan grubun yanına oturdu. Hoşkini bilirsiniz. Dört deste kâğıdın as, papaz, kız, vale ve onluları ayrılarak 80 kâğıtla oynanan bir oyundur. Bezik’ten farklı olarak dokuzlular yoktur. 

Ah şu dokuzlular... Kahveyi işleten Engin hoca boynunun tutulmuş olduğunu fark etmişti. Ellerini uzatmasını istedi ve başparmakla işaret parmağının birleştiği yere sıkıca bastırdı. 

İşe yaramıştı, başını sağa, sola döndürebiliyordu. Engin olağanüstü bir şey yapmıştı. Hoşkin oynayanlar bile bir an kafalarını kaldırıp ona bakmıştılar.


v
Kefken orman kampüsünde sağanak halinde yağmur yağıyordu. Sabah dokuz buçuktu. Tanzer 40 no’lu ünitenin balkonuna ulaşan eriğin salkımından dört beş tane koparıp midesine indirdi. 

1986 yılının ortasında olduklarından siyah manyetolu telefonun kolunu çevirip sosyal tesisi aradı. Santral cevap vermiyordu ve bu tuhaf bir durumdu. Dışarıya çıkıp meşe ağaçlarının altından yürümeye başladı. Sekiz buçuk dakika sonra sosyal tesise ulaşmıştı. Kontrol etti ama ana kapı kilitliydi. Camdan içeriye baktı ama kimseyi göremedi. Diskonun kapısı da kapalıydı. Nihayet  sahildeki insanları gördü.

Yine tuhaf bir şey sahile vurmuştu. Herkes ellerinde kahverengi şemsiyelerle uçak kanadına benzeyen bu şeyin çevresinde toplanmıştı. İki metre uzunluğunda düzgün, kıvrımlı bir parça… Dursun bunun bir Amerikan uçağına ait olduğunu söyledi.

Cebindeki eriklerden üç tane çıkarıp ağzına attı. Henüz olgun olmadıkları için çekirdekleriyle yiyordu. Amerikan uçağı veya konserve kutusu… Ne fark eder diye düşündü. Onun ilgisini çeken şey kampın tabiatıydı. Burası dünya üzerinde en sevdiği yerdi. Bekçi bir koşu fotoğraf makinesini getirip cismin fotoğraflarını çekti. Sonra beraber taş parke yoldan sosyal tesise çıktılar. Kahvaltı hazırlanırken birisi televizyonu açtı. Tek kanal olan TRT’de haberler vardı. Limni Adası'nın NATO Savaş Planı'na alınmasını Türk hükümetinin protesto ettiğinden bahsediliyordu. Yağmur hâlâ sağanak halinde yağıyordu.

vi
Şehir 1970’de kurulduğunda buraya yerleşmişti. Düne kadar her şey normaldi. Ya şimdi? Her şey bir anda değişmişti. 

Sakal tıraşı oldu sonra aynada yüzünü kontrol etti. Takım elbisesini, ayakkabılarını giydi ve Seter cinsi köpeğini yanına alarak yürüyüşe çıktı. Etrafta hiç kimse yoktu ve hava gerçekten tuhaftı. Dokuz yıl önce hortum çıkmış ve arabaları etrafa savurmuştu. Ama daha önce hiç böyle bir hava görmemişti. Yine de yürümeye devam etti. Cebinden çıkardığı eriklerden üç tanesini ağzına attı. Sonra nehre götüren merdivenleri indi ve uzun koşu yolunu takip ederek her zaman oturduğu banka kadar ilerledi. 

Birisi gazete bırakmıştı. Radyanska Ukrayina… İlk sayfada Gorbaçov’un Avrupa’daki orta menzilli füzelerin kaldırılmasına yönelik açıklamaları vardı. İkinci haberde Komünist partisi merkez komitesi birinci sekreteri Shcherbitsky Amerikalıların Vietnam savaşının kurbanı olarak gösterilmesinin bir saçmalık olduğunu söylüyordu. 

Okumayı bırakıp gözlerini gazeteden çevirdi. Sonuçta bu dünün gazetesiydi ve birkaç kilometre ileride gece yarısını biraz geçe meydana gelen Çernobil reaktör kazasından bahsetmiyordu.

Hayatı burada geçmişti. Haber ve açıklamalar onun için önemsiz şeylerdi. Bir sinirle ayağa kalktı. “Pax” diye seslendi. “Hadi eve dönelim”.


Göktaşı    24 Haziran '20
 

Sahile vurmuş uçak kanadını taşırken bu civarda K harfiyle başlayan ne çok yer var diye düşündü. Kefken, Kerpe, Kapri, Kovanağzı, Kandıra, Kaynarca, Karasu, Kocaali... Hepsi K harfi ile başlıyordu. Bölge aynı zamanda mavi, sarı ve kırmızı olarak üçe ayrılıyordu. İçinde mavi oda, kırmızı oda ve sarı oda bulunan Byron Pavlides'in Mavi Köşk'ü gibi… Pavlides, Makarios’un avukatı, Ortadoğu’nun en büyük silah kaçakçısıydı. Peki, Kemalettin kimin nesiydi? 

Biraz yürüdükten sonra zemini kontrol etti. Üzerine bastığı toprak kırmızı renkliydi. Terra rosa daha çok Akdeniz’de görülen bir topraktır hâlbuki. 

Bu metal dikdörtgen bir kapaktı. Kapağı açtı, içerisi küf kokuyordu. Fenerini doğrulttu, raflarda bir sürü şey diziliydi. Üzerinde Latince yazılar yazan şu paraşüt, Alman teleskopları, Rus tüfekleri... 

Kanadı masanın üzerine bıraktı ve deponun kapısını kapattı. Karadeniz sahilinden son yirmi yılda o kadar tuhaf nesneler toplamıştı ki... Bir koleksiyon oluşmuştu. Belki bir gün çıkıp birisi müze kuracaktı bunlardan. 


ii 
Cumartesi erkenden pazara gitti. Kırmızı - yeşil meyveyi ilk o zaman görmüştü. “Üç tane de bundan ver” dedi tezgâhtara ve aldığı sebze ve meyveleri kamyonete yükledi. 

Dönüş yolunda kamyoneti hızlı sürüyordu. Ne olduysa bir anda oldu. Viraja sert giren Toyota’dan kırmızı, yeşil küçük bir nesne yola savruldu. Bu çok uzaklardan gelmiş bir mangoydu. Elipsoit şeklindeki meyve bir iki zıpladı. Onun düşüşünü fark etmemişti bile… 

İki gün önce aralarında binlerce kilometre bulunan bu adam ile mango tekrar uzaklaşmaya başlamıştılar. Meyve adeta tur otobüsünden inen yabancı bir turist gibi Pembe Kayalar'a sapan yolun kenarında durdu. Buradan turist otobüsleri de geçiyordu ama çok uzaklardan gelmiş olsa da bir meyvenin otobüse binecek hali yoktu. Evi çok uzakta olmayan bir tür yer sincabı olan gelenginin -nam-ı diğer geleyi- burnunu kaldırıp havadaki değişik kokuyu fark etmesi de tam bu sırada gerçekleşti. Baba gelengi tedirgin hareketlerle etrafı kolaçan ettikten sonra mangoyu tutup yuvasına doğru yuvarlamaya başladı. Bir mango görüp de mutlu olmayacak bir gelengi ailesi yoktur herhalde. 


iii 
İki yüz yıl önce insanlar gökyüzünün altında yaşıyordular. Çünkü bütün bu aygıtlar, sokak lambaları, şehir ışıkları yoktu. O zamanlarda gökyüzü ışıl ışıl tepelerinde duruyor, yıldızlar her gece onları selamlıyordu. Ayrıca gökyüzünü seyredebiliyorlardı. Teknoloji geliştikçe şehir ışıkları yıldızları bastırdı. Küçük bir grup dışında insanlar göğe bakmayı terk ettiler. Tabi bu tarihteki en talihsiz şeylerden biriydi. 

Saat sekizde evin yolunu tutmuştu. Bugünlerde gökyüzündeki tuhaflığın farkındaydı. Bu tuhaflık her yıl aynı günlerde gerçekleşen bir durumdu. 

Tempel-Tuttle kuyruklu yıldızının kalıntılarından oluşan Leonid meteor yağmuru 33 yılda bir maksimum sayıya ulaşır. Dün onlarca yıldız kayması görmüştü. Bu gece de adaçayını yudumlarken göğe baktı. İşte bir tane, bir tane daha... Bu çok parlak, çok yakındı... Aman Allahım, büyük bir gürültüyle bahçeye düştü. 

İlk şoku atlattıktan sonra bahçedeki çukura yaklaştı. El fenerini doğrulttu. Baykallamıştı. Karşısında futbol topu büyüklüğünde bir kaya duruyordu. Hemen eve döndü ve fotoğraf makinesini buldu. Tekrar bahçeye çıktı, önce fotoğraflarını çekti, sonra da çukurdan çıkarıp eve götürdü. Bu nesneden iyi para kazanılabileceğini bir gazete haberinde okumuştu. Daha önce milyonlarca kilometre uzakta bulunan bu taş şimdi küçük mutfak masasının üzerindeydi. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder