29 Mayıs 2015 Cuma

Kültürü öncelemek

Çek Cumhuriyeti'nin eski cumhurbaşkanı Vaclav Havel'in ölmeden iki yıl buçuk önce, 26 Mart 2009'da Yaratıcı Avrupa Forumu'nda yaptığı konuşmaya kulak kabartalım. Melis Alphan'ın köşe yazısında konuşmadaki Marksizm eleştirisi kırpıldığı için çeviriyi yeniden yaptık:

“Kültürün tabiatı gereği ekonomik bir boyuta veya ekonomik etkiye sahip olduğuna inanırım. Bir şato anlamlı ve estetik bir renovasyon geçirip ziyaretçilere açıldığında birkaç sezonda yatırım maliyetini karşılar. Para geri döner ve yeni kaynaklar da yaratılır. Bu, kültürün ekonomiye başlıca, en basit ve doğrudan etkisidir. Ama bence kültürün en az bunun kadar önemli iki etkisi daha bulunuyor.

İlk olarak ekonomiye dolaylı bir faydası var. Bununla neyi kast ediyorum? Dünyanın üretilmesi, insani ilişkilerin üretilmesi ve anlamlı topluluklar oluşturmaktan bahsediyorum. Bu, kültürün sahip olduğu bir şey. Ama hiçbir muhasebeci bu kültivasyonun değerini ölçemez. Dolayısıyla bunun ekonomiye doğrudan etkisini ölçmek mümkün değil.

Bence kültürün en büyük etkisi ekonomik anlamda değil. İnsanoğlunun gerçekten insan olması için ruha, manevi bir hayata ihtiyacı var. İnsanoğlu farkındalığın, merakın ve bilgiye ulaşma arzusunun taşıyıcısı...

İnsanlar kendilerine galaksimizde kaç yıldız olduğunu, evrenimizde kaç galaksi olduğunu sorar. Bunu neden soruyorlar? Çünkü merak ederler ve bilgiye ulaşmayı arzularlar. Bu, insan yaradılışının bir parçasıdır. İnsanların doğasında yaratıcılık da vardır. Bu işe tek kuruş ayırmayan bir ülkenin bile, sırf insanlık onsuz yaşayamayacağı için biraz kültürü olduğuna inanırım. Çünkü bu, insan doğasının parçası ve de insanın kimliğini teşkil eden şeydir.

İnsanların neden kültüre ihtiyacı olduğunu sormak, insanın neden insan olduğunu sormakla aynı şey. Veya dünyanın niye dünya olduğunu sormak gibi… Böylece kültür kişinin ve insanlığın kendini tanımlama biçimi olarak var oluyor ve böyle de devam ediyor.

Prag’a ilk kez gelenler bu şehre dev bir katedralin hakim olduğunu fark emiştir. Ben cumhurbaşkanlığı makamına komşu olmasından ötürü bu katedralle 13 yıl temasta olma şerefine ulaştım. Bu katedrale birçok kez bakıp aynı soruyu sordum. Üzerinde gereğinden fazla bir sürü şey var, süslemeler, abartı ve renkler. Ve çok yüksek değil mi?

Katedrali yapanların amaçladıkları neydi? Nasıl bir ekonomik getirisinin olacağı düşünülmüştü? Tabii ki bir ekonomik getiri düşünmemişlerdi. Ama yine de inşa ettiler ve bence bunun nedeni toplumun kültür yaratıcılığı, ortak değerleri paylaşması ve yukarıdakine olan saygıydı. Dünyanın gizemine ve varoluşun gizemine saygıydı. Ve cennete işaret eden o süslü parmak, böyle bir yapıyı inşa etmek büyük bir savurganlık olsa da, insanlığın ifadesiydi. Eğer bir ekonomik faydası olduysa bu ancak yüzyıllar sonra ortaya çıktı.

Prag dünyanın dört bir yanından gelen turistlerin hayran kaldığı tarihi bir çekirdeğe sahip. Bu çekirdeğin çevresinde 19’uncu yüzyılda inşa edilen banliyöler var. Ve son zamanlarda bunun da çevresinde tuhaf bir halka oluşmaya başladı. Bunu nasıl tanımlayabileceğimi bilmiyorum. Şehir veya köy, tarla veya orman değil. Araziye tamamen saygısızca genişleyen bir şey. Bu tek katlı, kilometreler boyunca uzanan yapılar depo ve dolum-boşaltım merkezleri olarak kullanılıyor. Ve bunların arasında, üzerlerinde hiçbir şey olmayan, step ve tundrayı andıran büyük araziler var. Son 20 yılda ülkemizin büyük kısmı bunlarla doldu.

Biz dünyanın ve var oluşun gizemine katedralin üzerindeki helezon ve süsleri yapanlar gibi saygı duysaydık ülkemize, toprağımıza değer verir onu ziyan etmezdik; bu şekilde yapmazdık.

Bu sadece Prag’la ilgili bir durum değil. Küreselleşmeyle vücut bulup bütün büyük kentleri etkiliyor. Sadece bazı modern yerlerde zekice çözümler getirilmiş.

Konuşmamı sonuçlandırırken bir hususa dikkat çekmek istiyorum. Bizler geçmişte uzun bir süre varoluşun düşünceden önce gelmesi ile ilgili felsefe dersleri gördük. Ve ülkemizde ekonomik temelin birincil, insan hakları ve kültürün ise ikincil olması söz konusuydu. Bütün resmi belgeler, parti programları, hükümet programları ve sonra AB kurumlarının düzenlemeleri ilginç bir şekilde bu Marksist dünya görüşünü sürdürmüştür. Belgelerde önce ekonomi gelir sonra enerji, sonra tarım en sonda da anlamsız bir ilave olarak kültürle ilgili birkaç cümle yazılır.

Benim görüşüme göre varoluş düşünceden önce gelebilir. Fakat aynı zamanda düşünce de varoluştan öncedir. Şunu fark etmeliyiz ki varoluşun düşünceden önce geldiğine dair Marksist öğreti de uygulanmadan önce devlet tarafından “düşünülmüştü”.

Ekonomik anlamlardan önce insan haklarına, hukuk devletine, hukuka saygıya, yüzyıllar boyunca şekillenerek Avrupa’yı bir araya getiren manevi yapıya ilişkin olarak Avrupa Birliği organlarının resmi belgelerinin gözden geçirilmesine önayak olmanın bu konferansın büyük bir başarısı olacağına inanıyorum. Bunu şiddete karşı durabilen, özgürlük için tekrar tekrar mücadele edip gösteriler düzenleyebilen bir ruhla çok uzak olmayan bir zamanda on yıllar boyunca totaliter rejim altında yaşamış birisi olarak talep ediyorum".


“trrrrum
trak tiki tak
insanlaşmak istiyorum” diyor Havel, anlatabiliyor muyum?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder